Malatya Mamurek köyünde yaşayan Alevi-Kürd bir ailenin çocuğu olarak, Ankara’ya, ''barışı getirmeye'' gittiğinde, üniversiteye başlayalı henüz on beş gün bile olmamıştı.

Babası ile dedesinden aldığı müzik sevgisi ve kabiliyetiyle konservatuara girmek istemiş, ancak heyecanlanıp sınavı geçemeyince şansını Aydın'daki Adnan Menderes Üniversitesi'nin maliye bölümünde kullanmıştı. Zaten Ankara’ya da Aydın’dan gitmişti.

Malatya’ya inince CHP İl Gençlik Kolları’ndan Berivan Durmuş’u arıyorum. Berivan, 9 Ekim’de Malatya’dan Ankara’ya giden otobüsten son anda inerek hayatta kalanlardan. Gidenlerin ardında kalmanın dayanılmaz ağırlığıyla anlatıyor Canberk’i ve o günü. 10 Ekim sabahı patlamayı haber veren bir telefonla uyanmış. İnanamamış:

“Evet, birileri ölmüştür ama bu bizimkiler değildir. Biz o insanların da acısını hissederiz ama hiç bu kadar kanadımızın kırılacağını, yürekten hissedeceğimizi düşünmemiştim. Biz kendi aramızda hep çocuktuk böyle olacağını düşünemedim.”

Sonra Berivan'la, Malatya CHP İl binası önünde Canberk'in babası Abdullah Bakış ve katliamdan yaralı kurtulan CHP Malatya Gençlik Kolları Başkanı Murat Orçun Çalış ile buluşup Canberk’in evine, Mamurek’e doğru yol alıyoruz.

Bir dağ eteğindeki köye ulaştığımızda Canberk’in evine giden yol üzerindeki mezarlığa ilişiyor gözüm. Berivan, Abdullah amcanın duymayacağı şekilde kulağıma eğilip “Canberk de burada yatıyor” diyor.

Evde bizi Canberk'in annesi Naime Bakış karşılıyor. Naime anne ve Abdullah amcayla göz göze gelmemeye çalışıyoruz. Sanki Canberk’i dinlemeye gitmemişim de uzaktan yıllar sonra gelen bir akraba gibi ağırlıyorlar beni. Bu duyguyla kahvaltı sofrasını kuruyoruz. Ben de, onlar da bir saat boyunca buluşmanın asıl nedenini yok sayarcasına havanın bir anda soğumasından, ülkenin gündeminden konuşuyoruz. 
Sonunda soruyorum: “Başlayalım mı?”

Naime anne eşine dönüp, “Benim az işim var önce sen konuş istersen” diyor ve bizi yalnız bırakıyor.

10 Ekim sonrası Canberk’in medyada yer alan kocaman fotoğrafının başköşede durduğu salona geçiyoruz.

“Çok dürüst bir çocuktu, haksızlığı asla kabul etmezdi” diye başlıyor Abdullah amca: “Çok güzel bir çocuktu. İlkokulda da ortaokulda da, her zaman, başarılıydı. O, diğer iki çocuğumdan hep daha farklıydı. Ben müzikle ilgilendiğim için o da çok seviyordu müziği. Önce kaval çalmayı öğrendi, sonra bağlamayı. Canı sıkıldıkça balkona çıkar kaval çalardı. Hatta bazen komşular sorardı, 'Canberk evde değil mi? Yine bize kaval çalsa ya' derlerdi. Bir de boks yapıyordu. Maraş ve Antep’te turnuvalardan dereceyle dönmüştü.''

“Ben sırtımı ona dayamıştım” diyor burada ve boğazında düğümleniyor kelimeler. Abdullah amca, bir süre durduktan sonra toparlanıp devam ediyor: ''Ankara’ya gittiğinde üniversiteye başlayalı 15 gün bile olmamıştı.''

“Kitap parası göndermene gerek yok baba”

10 Ekim’den birkaç gün önce görüşmüş oğluyla, ders kitaplarını alıp almadığını sormuş Abdullah Bakış. Canberk de “Kitapları taksitlendirdim. Kitaplar için günlük bir lira koyacağım bir kenara. Ayda otuz lira olur. Senin kitap için para göndermene gerek yok baba” demiş. Bu diyalogu anlatırken, kelimeleri gözyaşlarına karışıyor Abdullah amcanın.

Sonra, kırgın bir sesle ekliyor:

“Ankara’ya gittiğinden haberim yoktu. Malatya’dan arkadaşlarıyla görüşmüş, onların gideceğini öğrenince Canberk de gitmeye karar vermiş. Buradan gidecek olan bir arkadaşına da ‘Montumu getir’ demiş. Bizi de aradı; ‘Arkadaşım Aydın’a gelecek montumu ona verin’ dedi. Arkadaşı da bize Ankara’ya gideceklerini söylemedi.‘Gideceğim’ deseydi izin vermezdim. Ama o yine de, ne yapar eder, 'Baba arkadaşlarım da gidiyor, ben de gideyim' der, beni razı ederdi, biliyorum.''

Haberi, düğüne hazırlanırken almış

Patlama haberini bir düğünde aldığını söylüyor Abdullah Bakış: ''Akrabamızın düğünü var, onun hazırlığını yapıyoruz. Traş olurken, haberlerden duydum patlamayı. Bir anda aklıma düştü: Ya Canberk de gittiyse... Hemen aradım. Telefonu kapalı, ulaşılmıyor. Diğer oğlumu aradım. ‘Burak, Canberk cevap vermiyor’ dedim. O da aramış. Sonra başladık Aydın’daki tüm akrabaları, dostlarımızı aramaya... Ama herkes ‘bilmiyoruz’ diyor. Meğer biliyorlarmış gittiğini. Bize söylememişler.''

“Akşam karanlık çökerken öğrendik Canberk’in de o patlamada…” diyor Abdullah Bakış, devamını getiremiyor sözlerinin… Derin bir sessizlik çöküyor salona. Gözlerini silerek devam ediyor neden sonra:

“Her gün ağlıyoruz. Dünyamızdı o bizim. Ailenin en küçüğü, en tatlısıydı. Diğerlerinin canı sağ olsun. Ama onun yeri farklıydı. Allah kimseye böyle dert vermesin. Hak etmedi!Oraya gidenlerin hiçbiri hak etmedi! Savaş için değil, ülkenin barışı için, kardeşlik için gittiler. 10 Ekim’in birinci yıl dönümünde aynı yerde yine coplarla, biber gazıyla, tazyikli suyla üstümüze geldiler. Demek ki bu ülkenin barışını isteyen herkese böyle yapacaklar.”

Bu kez gözyaşlarını silmeye gerek duymadan ekliyor: “Ama yine de, her şeye inat, barış gelecek bir gün…”

“Cemevine de camiye de giderdi”

“Onda anneliğimi yaşadım” diyor Naime Bakış. Onu anlatırken hangi kelimeyi kullanacağının, hangi anıyı hatırlayacağının telaşını yaşayarak başlıyor söze.

Canberk’in çocukken istediği bateriyi alamamanın pişmanlığını paylaşıyor bizimle: “Apartmanda gürültü olmasın diye almamıştım ona bateri. Ama Canberk bu, durur mu, mutfakta ne kadar tencere, leğen varsa onlara vurarak müzik yapmaya çalışıyordu. Değişik bir çocuktu. Daha ana sınıfındayken Atatürk’ün hayatının tamamını öğrenmişti. Her zaman sorumluluğunu bilen, sessiz ve uysaldı”

Lisede okurken bir gün annesine camiye gittiğini söylemiş Canberk. Annesi ''neden'' diye sorunca, “Cemevine gidiyorum camiye de gitmek istedim” diyerek cevap vermiş.

Canberk’in Malatya’da yaşarken aslında eylemlere, mitinglere hiç gitmediğini hatırlayarak salonda duran koca fotoğrafın çekildiği günü anlatıyor Naime anne:

“Sadece bir defa EMEP’in yaz şenliğine katılmıştı. Şenlikte saz çalmaya gittiğini söylemişti çok sonraları. O fotoğrafı da orada çekmiş.”

Bazen şaka olsun diye ismiyle seslenirmiş annesine. Yine bir gün öyle hitap ederek sormuş: “Naime, siz Kürtsünüz, niye Kürtlüğünüzü inkâr ediyorsunuz?”

“Özgürlüğüne çok düşkündü” diyor annesi biraz gururla biraz hüzünle: “El bebek yetiştirmiştim, onu asla yalnız göndermezdim bir yere. Yalnız bırakmazdım asla. Nerede olursam olayım Canberk’in eve geleceği saatte muhakkak evde olurdum. Eve geldiğinde muhakkak yemeği hazır olurdu. Ben yemeğini yetiştiremediğim zamanlar hemen makarna yapardı. Çok severdi çünkü. Canberk gittiğinden beri bir daha makarna pişirmedim kimseye.”

Katliamdan önceki akşam görüşmüş annesiyle son kez. Kırmızı montunu ondan da istemiş, Annesi de, “Hava daha sıcak, ben zaten geleceğim evini yerleştirmek için bekle ben getireyim” demiş. Ama Canberk ısrarla montun gönderilmesini istemiş annesinden. “Verdim kırmızı montunu Uğur Mumcu’ya” diyor Naime Anne.

Montu Ankara’ya götüren Uğur Mumcu da patlamada yaralanmış. Naime Bakış, onu görmeye dayanamadığı için bir daha görüşmediğini söylüyor. Tıpkı eşi gibi ''ölüm'' kelimesini unutmak istercesine, boğazındaki düğümlerle boğuşarak hatırlamaya çalışıyor o günü:

“O gün evdeydim. Haberleri izliyorduk ‘Ankara’da patlama’ diye veriyordu televizyonlar. Ben nereden bileyim Canberk’in de orada olduğunu. Babası aradı ‘Canberk’e ulaşamıyoruz’ dedi.

“Bugün Cumartesi. Hâlâ uyuyordur, telefon çekmiyordur yeni evinde” diyerek ihtimal vermemiş Ankara’ya gittiğine. Saatler geçtikçe her aradıklarında ulaşmadığı oğlu için dualar etmiş; “Gitmişse bile yaşıyor olsun...” Akşama haberi gelmiş!

Canberk’in fotoğrafının yanında, başköşede, ilk günkü acısıyla, uzun bir sessizliğin ardından, haberi yeni almış gibi feryat ediyor Naime Bakış:

“Ne istediler yavrularımızdan!... O gittikten sonra ben yaşamıyorum sanki. İki çocuğum daha var ama onunla can bulmuştum, Can’ımla canım gitti.''

Ankara’ya ailesinden habersiz gittiği için korkarak soruyorum: “Kızgın mısınız size söylemeden gittiği için?”

“Hem de çok” diye yanıtlıyor annesi: “Kabrine her gittiğimde soruyorum, ‘Niye gittin oğlum, niye bana bunu yaptın, niye annem nasıl dayanacak diye düşünmedin?’ Kitapları, okulu, sazı, her şeyi yarım kaldı…”

Oğlunu toprağa vermeden önceki ânı hatırlıyor sonra: 
''Kabristanda son kez gördüm Canberk’i, yüzünde neye uğradığını anlamamış, şaşkın bir ifade vardı.''

Ağır bir sessizliğin ardından yeniden “Keşke” diye başlıyor: “Çocuğumu şehir mezarlığına getirdiklerinde, keşke gidip yanında kalsaydım, kapısında bekleseydim. Sarılamasam da yanında dururdum ama gidemedim. Oysa ben onu hiç yalnız bırakmazdım…”

Sessiz bir ağıtın hâkim olduğu salonda otururken Naime anneye “Canberk’in odasına girebilir miyim” diye soruyorum. “Tabii” diyor.

Hiç dokunulmamış, temiz düzenli küçük bir oda…Duvarlarında fotoğrafları, boks turnuvalarında kazandığı madalyaları, yatağının üzerinde Beşiktaş forması, boks eldivenleri ve bağlaması yan yana duruyor.

Çalışma masasında ise Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı duruyor tek başına. Alıp bakıyorum annesinin ve babasının eksik bıraktığı bir izi ararcasına. Onu anlatırcasına bazı dizelerin altını çizmiş Canberk “Hani kurşun sıksan geçmez geceden” şirinden:

Gelgelelim,

Beter, bize kısmetmiş.

Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,

Susmak ve beklemek, müthiş

Genciz, namlu gibi,

Ve çatal yürek,

Barışa, bayrama hasret

Uykulara, derin, kaygısız, rahat,

Otuziki dişimizle gülmeğe,

Doyasıya sevişmeğe, yemeğe...

Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,

Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret

Ve asıl biz biliriz kederi.