“Emek yoksa ben de yokum” diyerek tam 1 sene önce aktif gazeteciliği bırakmıştınız. Hiç pişman oldunuz mu?
Oldum, tabii. Biz yazı adamıyız. İnternet sitesinde (T24) de yazıyorum, çok da mutluyum ama biz yazımızı kâğıt üzerinde görmeye alışmış bir kuşağız, o açıdan pişman olduğum oldu. Ama prensip olarak son derece mutlu oldum, çünkü benden sonra o zamanlar yazdığım gazete (Sabah) zaten benim gibi düşünenlerin yazmaması gereken bir yayın organı haline geldi. Dolayısıyla kararımın doğru olduğunu düşünüyorum.
Yazdıklarınızın duyulmamasının yarattığı bir çaresizlik sizi bırakma noktasına getirmişti?
Tabii, çünkü yazıyorduk, hem de iktidara yakın bir gazetede ama kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Ben mesela, Emek konusunda çok yazmış olmakla tanınıyorum ama ‘Emek Yoksa Ben de Yokum’ kitabıma göz atan görecektir, Gezi Parkı için de çok yazmışım. Çünkü çok sevdiğim bir yerdi.
Sonra Gezi patladı, ne hissettiniz?
Yani öfkem başıma çıktı. Ama bilinçaltında sevindim galiba. Emek için verdiğimiz çabanın hiç boşa olmadığını ve aynı inadın, aynı tavrın şehirciliğin ve giderek siyasetin her alanında olacağını görmüş olduk.
Emek direnişi, Gezi’yi de tetiklemiş olabilir mi?
Sözümona Engin Ardıç, geçenlerde benim kitapta topladığım yazıların aslında Gezi olayını tetikleyen yazılar olduğunu belirten bir yazı yazdı. Ben bundan onur duyarım ama bu bana yapılmış en büyük komplo. Bunlar iç içe olan olaylardır. Yani insanlar sırf politik olmayan, kültürel korumaya yönelik amaçlarla bir kere sokağa döküldüler mi bunun tadını alıyorlar herhalde. Bu, bir özgürlüktür sonuçta.
‘Emek Yoksa Ben de Yokum’ kitabının sonunda “Bir umudum var” demişsiniz, “Gezi’nin uyandırdığı bu ruh başka şeylerle birleşip en azından elde kalanları kurtarır.” Şimdi seçim sonuçlarından da sonra hâlâ umutlu musunuz?Hem umutluyum, hem değilim. Yerel yönetimlerin daha korumacı, tarihe, kültüre, doğaya saygılı bir zihniyetin eline geçeceğini ummuştuk, öyle olmadı. Ama öte yandan vatandaşta doğayı koruma bilinci gelişti. Bakın daha geçen gün gazetelerde vardı, yaşlı bir kadın parkını yok etmeye gelen kepçenin önüne oturdu. Dolayısıyla bunun gibi şeyler artacak, bireysel, kitlesel, örgütsel veya doğaçlama girişimler olacak.
Rant önemli bir etken ama başka nedenler de olmalı. Neden biz toplum olarak kültürel ve tarihsel mirası yeterince önemsemiyoruz?
Tabii rantın yanı sıra bir hayata bakış, hayatı yorumlayış, yaşam biçimi, hayatımızda yer etmiş veya etmemiş değerlerin bütünü önemli. Gerçekten muhafazakâr bir iktidar mı? Muhafaza etmek, korumak anlamına geliyor. Benim bildiğim muhafazakâr iktidarlar, ülkenin kültürel yapısını, tarihsel yapısını, yani milli kültür dediğimiz şeyi korumak zorunda. Ama bu iktidarda bu yok. Yani ben gerçekten Müslüman olduklarına da inanmıyorum. İslamın kitleleri etkileyebilecek bir araç olarak kullanıldığını hissediyorum. Her şeyi sömürüyorlar. Dinden tarihe her şey onlar için iktidarda kalmak için bir araca dönüşüyor. Çok vahim bir gidiş tabii, tutunabilecek
hiçbir şey kalmıyor. Diyemiyorsun ki, bu adamlar hiç olmazsa şuna inanıyorlar veya buna inanıyorlar...
Siz aynı zamanda mimarsınız. İstanbul’un halini nasıl yorumlarsınız?
Direniyor. Her şeye rağmen direnen, her şeye rağmen düzenini korumaya çalışıyor. O güzelim tepeler, o yeşillikler, sahiller zaten gitti, gidiyor... Aşağı yukarı her yer yapılaşmaya açılıyor. Çok talihsiz bir gidiş. İstanbul bu kadar hücuma, saldırıya daha ne kadar göğüs gerebilecek bilmiyorum.
‘100 Yılın 100 Türk Filmi’ kitabında filmler bir yana Türk sinemasını da çok iyi özetlemişsiniz. Siz dünya sinemasını yakından takip eden biri olarak nereye konumlandırırsınız sinemamızı?
Çok kişisel, çok farklı, çok özel bir sinema olduğunu düşünüyorum. Bizim hem Doğulu hem Batılı hem duygusal, rasyonel, akıllı hem de zaman zaman çok saf bir halk olmamızın da etkisiyle sinemamız çok yönlü, karmaşık bir yapı arz ediyor. Bu kitaptaki yüz küsur filmin toplumla alışverişlerini da irdelemeye çalıştım.
Filmleri seçerkenki temel kriterleriniz neydi? Popüler filmleri de ayırmadınız.
Arşivinden çok yararlandığım sevgili Prof. Sami Şekeroğlu, bana “Sanatsal yaklaşımı yeğle, popüler olana pek rağbet etme” dedi. Ben bunu yapamadım, çünkü popüler olanı reddetmek doğama da aykırı. Popüler filmlerin sanatsal açıdan değilse de toplumsal açıdan önemli şeyler simgelediğini düşünüyorum. ‘Beklenen Şarkı’ buna bir örnek, bir Zeki Müren melodramı sonuç olarak. 50’li yılların başında çekilmiş ama filmi yeniden izleyince çok hoş şeyler içerdiğini gördüm. Benzer şeyler bütün klasik dönemin Yeşilçam fimleri için de geçerli. Sonraki yılların işte Kemal Sunallı filmleri, ‘Hababam Sınıfı’ serisi. Daha yakın yıllardan ‘Nefes: Vatan Sağolsun’, ‘Fetih 1453’, ‘Devrim Arabaları’... Başyapıt olmayabilirler ama bunlar hem kendi anlatmak istediklerini iyi anlatmış filmler, yani kaliteli popüler sanat örnekleri...
100 en iyi Türk filmi değil, tarihsel öneme sahip 100 film...
Aynen öyle.
Kitabı hazırlarken karşılaştığınız en büyük sorun eski filmleri bulup izlemekti. Bunun için MSGSÜ Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi gibi kurum ve Agah Özgüç gibi sinema tutkunu kişilerden yararlandığınızı söylüyorsunuz. Türk sineması 100 yaşında ama hâlâ özerk bir sinema kurumumuz yok.
Yok, kurulamadı hakikaten. Türk sinema kurumu gibi bir şey amaçlanmıştı ilk Kültür Bakanımız Talat Halman döneminde. 60’ların sonları hep beraber Ankara ’ya gitmiştik, rahmetli Onat Kutlar da vardı. Ama olmadı, öyle bir kurum kurulamadı. Prof. Sami Şekeroğlu’nun kişisel tutkusu, çabası olmasaydı bu kadar Türk filmi de ortada olmayacaktı. Başka görmek istediğim fimler yok muydu, vardı tabii. Ama çok büyük şey kaçırdığımızı sanmıyorum.
Kitaptan anladığım sizin için Türkiye ’nin gelmiş geçmiş en önemli yönetmeni Lütfi Akad, değil mi?
Öyle, her şeyi o başlatmış. 1949’dan itibaren. Yönetmenler çağını başlatan kişidir. Özgün bir sinema estetiği oluşturdu. Her şeyi denedi; kadın filmleri, politik filmler, soyut aşk hikâyeleri, Fransız şiirsel gerçekçiliği... İlk kez bir üçleme yapmış, 70’lerin nispeten sınırlı ve kısıtlı sinemasında. ‘Göç’ üçlüsü ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’ olağanüstüdür. Böyle bir şeyin olmuş olması bir mucize gibi geliyor.
100 filmin yarıdan fazlası 2000 sonrası Türk sinemasından. Gerçekten öyle olduğu için mi yoksa hafızamıza yakın filmler olsun diye mi?
Yok, hafızamıza yakın filmleri illa koruma çabası göstermedim. Her şeye rağmen 50’ler daha ilkeldir, sanayileşme hiç yok, her bir film özel bir emekle yapılmıştır. Oradan alabildiğimi aldım. 60’lar çok verimli. Türk sinemasının en yaratıcı dönemi. Her açıdan çok parlak eserler var. 70’ler parlak şekilde başlıyor sonra müthiş bunalıma giriyor. 80’ler 12 Eylül’den sonra politik filmler, toplumsal filmler kayboluyor ama bireyi ortaya çıkaran filmler kendini gösteriyor, oradan da yeterince film aldım. Türk sineması 90’ların başında çöküyor. 95-96’dan itibaren hareketlenmeye başlayıp bütün haşmetiyle 2000’lerde karşımıza çıkıyor. 2000’leri önemsememek mümkün değil. Bir sürü yeni sinemacı geliyor. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yaratıcı yönetmenler kuşağını inkâr etmek mümkün değil. Eskiler de bir şeyler yapıyor. Ayrıca Yavuz Turgul gibi popüler bir sinemacı ve onun takipçisi Çağan Irmak. Sonra komedyenler çağı başlıyor. Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Ata Demirer hatta Şahan Gökbakar, eski komedyenlerin aksine yönetmenlik, senaristlik gibi işin yaratıcı kısmıyla da ilgileniyor. 2010’lar da gayet zengin. Dolayısıyla o yıllar kitaba biraz ağırlığını koydu.
Şimdi yılda 70-80 film giriyor her sene vizyona. İyi filmler de var ama aralarında bir sürü de kötü film var.
Ne oluyor, hakkında hiçbir şey duymadığımız, bize yönetmeniyle ve konusuyla hiçbir şey vermeyen filmlere gitmiyoruz. Ben deneme tahtası değilim. Benim görmediğim 12 filmden 1 tanesi güzel oluyor, onu da eninde sonunda yakalıyorum. Seçici olduk Türk filmi konusunda.
Film çekmenin kolaylaşması kötüleştiriyor olabilir mi Türk sinemasını?
Evet. Bu çok olumlu bir şey değil. Elenir zaten, iyi olan kalır, kötü olan gider deniyor ama o kadar çok film yapılıyor ki, insanlar bu sefer iyi olana da gitmeyecek bir zaman sonra. Dizilerde de böyle. Bu kadar diziye gerek yok ama yapılıyor çünkü bir talep var. Bu bir arz talep meselesi ama arz bu kadar kötü olunca talep da çökecek. Türk sineması aşk konusunda sınıfta kaldı. Yeşilçam’ın aşk filmleri çok daha iyiydi. Bugün yapamıyorsunuz bu işi demek geliyor insanın içinden ama bunları söylemek bana düşmez, kendileri akıllansın. Basın danışmanları, piyasayı yoklayan uzmanlar otursunlar ne tutuyor ne tutmuyor bunları araştırsınlar.
Gişe rekortmeni ‘Recep İvedik’i sinemasal değer olarak önemsemediğiniz için mi hiç anmadınız kitapta yoksa Şahan Gökbakar size hakaret etti, o yüzden mi?
Ben Sabah’tan ‘Veda’ başlıklı bir yazıyla ayrıldığımda medyada bana hayret veren bir şekilde sempatiyle karşılandı. Bu olaydan sonra benimle ilk söyleşiyi de Radikal’de sen yapmıştın. Çok hoş okur mail’leri, mesajları geldi. Arada Recep İvedik’in mesajı da basına yansıdı, “İyi oldu. Zaten fazla ihtiyarlamıştı” şeklinde. Bu adama sempati duymam mümkün değil. Bundan sonra ağızıyla kuş tutsa benim gönlümü kazanamaz. Ama ben filmlere kesinlikle duygularımı dikkate alarak yaklaşmadım. Bana hakaretlerin en büyüğünü yapan bazı yönetmenlerin filmleri var bu kitapta. Ama Şahan Gökbakar kusura bakmasın benim bu kitabıma, ciddi bir araştırmaya konu olacak bir film yapmadı henüz. Diğer komedyenler yaptılar. Ata Demirer de bu kitaba girmedi ama filmlerine çok sempatiyle, saygıyla yaklaşmışımdır. Onların yaptıkları işler daha üst düzeylerde. ‘Recep İvedik’, daha kaba saba bir komedi tarzı… Olabilir, müşterisini de buluyor. O seyirciyi de hiç küçümsemeye niyetim yok. Ama bizim tarafımızdan ciddiye alınmayı da beklemesin. Bizim gibi bunamış ihtiyarlara da ihtiyaç yok herhalde. İnsanları yaşlarıyla yorumlayıp bu tarz terimler kullanmak çok terbiyesizce. Her insan yaşlanacak. O zaman hangi durumda olacak o zaman merak ediyorum.
Bir de 101’inci film var kitapta son dakika eklenen, ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’. Siz “Artık Onur Ünlü’den ümidi kestim” diye yazmıştınız.
Onur Ünlü çok yaratıcı ama yeteneklerini bir türlü bütünlüklü olarak ortaya koyamayan biri olarak gözüküyordu. Bu filmini izlememiştim. Arkadaşlarım çok övdü. Onur Ünlü’yü arayıp filmi istedim, izledim. Kitabı teslim edeli de hayli zaman olmuştu. Ama izleyince birden çarpıldım. Türk sinemasından yapılmış en zekice, en özgün filmlerden biri. Bambaşka bir dünya yaratıyor. Hemen eleştirisini yazdım ve 101’inci film olarak kitaba koydum. Bir genç yeteneğin filmiyle kapatmak çok iyi oldu.
Oldum, tabii. Biz yazı adamıyız. İnternet sitesinde (T24) de yazıyorum, çok da mutluyum ama biz yazımızı kâğıt üzerinde görmeye alışmış bir kuşağız, o açıdan pişman olduğum oldu. Ama prensip olarak son derece mutlu oldum, çünkü benden sonra o zamanlar yazdığım gazete (Sabah) zaten benim gibi düşünenlerin yazmaması gereken bir yayın organı haline geldi. Dolayısıyla kararımın doğru olduğunu düşünüyorum.
Yazdıklarınızın duyulmamasının yarattığı bir çaresizlik sizi bırakma noktasına getirmişti?
Tabii, çünkü yazıyorduk, hem de iktidara yakın bir gazetede ama kimsenin kılı kıpırdamıyordu. Ben mesela, Emek konusunda çok yazmış olmakla tanınıyorum ama ‘Emek Yoksa Ben de Yokum’ kitabıma göz atan görecektir, Gezi Parkı için de çok yazmışım. Çünkü çok sevdiğim bir yerdi.
Sonra Gezi patladı, ne hissettiniz?
Yani öfkem başıma çıktı. Ama bilinçaltında sevindim galiba. Emek için verdiğimiz çabanın hiç boşa olmadığını ve aynı inadın, aynı tavrın şehirciliğin ve giderek siyasetin her alanında olacağını görmüş olduk.
Emek direnişi, Gezi’yi de tetiklemiş olabilir mi?
Sözümona Engin Ardıç, geçenlerde benim kitapta topladığım yazıların aslında Gezi olayını tetikleyen yazılar olduğunu belirten bir yazı yazdı. Ben bundan onur duyarım ama bu bana yapılmış en büyük komplo. Bunlar iç içe olan olaylardır. Yani insanlar sırf politik olmayan, kültürel korumaya yönelik amaçlarla bir kere sokağa döküldüler mi bunun tadını alıyorlar herhalde. Bu, bir özgürlüktür sonuçta.
‘Emek Yoksa Ben de Yokum’ kitabının sonunda “Bir umudum var” demişsiniz, “Gezi’nin uyandırdığı bu ruh başka şeylerle birleşip en azından elde kalanları kurtarır.” Şimdi seçim sonuçlarından da sonra hâlâ umutlu musunuz?Hem umutluyum, hem değilim. Yerel yönetimlerin daha korumacı, tarihe, kültüre, doğaya saygılı bir zihniyetin eline geçeceğini ummuştuk, öyle olmadı. Ama öte yandan vatandaşta doğayı koruma bilinci gelişti. Bakın daha geçen gün gazetelerde vardı, yaşlı bir kadın parkını yok etmeye gelen kepçenin önüne oturdu. Dolayısıyla bunun gibi şeyler artacak, bireysel, kitlesel, örgütsel veya doğaçlama girişimler olacak.
Rant önemli bir etken ama başka nedenler de olmalı. Neden biz toplum olarak kültürel ve tarihsel mirası yeterince önemsemiyoruz?
Tabii rantın yanı sıra bir hayata bakış, hayatı yorumlayış, yaşam biçimi, hayatımızda yer etmiş veya etmemiş değerlerin bütünü önemli. Gerçekten muhafazakâr bir iktidar mı? Muhafaza etmek, korumak anlamına geliyor. Benim bildiğim muhafazakâr iktidarlar, ülkenin kültürel yapısını, tarihsel yapısını, yani milli kültür dediğimiz şeyi korumak zorunda. Ama bu iktidarda bu yok. Yani ben gerçekten Müslüman olduklarına da inanmıyorum. İslamın kitleleri etkileyebilecek bir araç olarak kullanıldığını hissediyorum. Her şeyi sömürüyorlar. Dinden tarihe her şey onlar için iktidarda kalmak için bir araca dönüşüyor. Çok vahim bir gidiş tabii, tutunabilecek
hiçbir şey kalmıyor. Diyemiyorsun ki, bu adamlar hiç olmazsa şuna inanıyorlar veya buna inanıyorlar...
Siz aynı zamanda mimarsınız. İstanbul’un halini nasıl yorumlarsınız?
Direniyor. Her şeye rağmen direnen, her şeye rağmen düzenini korumaya çalışıyor. O güzelim tepeler, o yeşillikler, sahiller zaten gitti, gidiyor... Aşağı yukarı her yer yapılaşmaya açılıyor. Çok talihsiz bir gidiş. İstanbul bu kadar hücuma, saldırıya daha ne kadar göğüs gerebilecek bilmiyorum.
‘100 Yılın 100 Türk Filmi’ kitabında filmler bir yana Türk sinemasını da çok iyi özetlemişsiniz. Siz dünya sinemasını yakından takip eden biri olarak nereye konumlandırırsınız sinemamızı?
Çok kişisel, çok farklı, çok özel bir sinema olduğunu düşünüyorum. Bizim hem Doğulu hem Batılı hem duygusal, rasyonel, akıllı hem de zaman zaman çok saf bir halk olmamızın da etkisiyle sinemamız çok yönlü, karmaşık bir yapı arz ediyor. Bu kitaptaki yüz küsur filmin toplumla alışverişlerini da irdelemeye çalıştım.
Filmleri seçerkenki temel kriterleriniz neydi? Popüler filmleri de ayırmadınız.
Arşivinden çok yararlandığım sevgili Prof. Sami Şekeroğlu, bana “Sanatsal yaklaşımı yeğle, popüler olana pek rağbet etme” dedi. Ben bunu yapamadım, çünkü popüler olanı reddetmek doğama da aykırı. Popüler filmlerin sanatsal açıdan değilse de toplumsal açıdan önemli şeyler simgelediğini düşünüyorum. ‘Beklenen Şarkı’ buna bir örnek, bir Zeki Müren melodramı sonuç olarak. 50’li yılların başında çekilmiş ama filmi yeniden izleyince çok hoş şeyler içerdiğini gördüm. Benzer şeyler bütün klasik dönemin Yeşilçam fimleri için de geçerli. Sonraki yılların işte Kemal Sunallı filmleri, ‘Hababam Sınıfı’ serisi. Daha yakın yıllardan ‘Nefes: Vatan Sağolsun’, ‘Fetih 1453’, ‘Devrim Arabaları’... Başyapıt olmayabilirler ama bunlar hem kendi anlatmak istediklerini iyi anlatmış filmler, yani kaliteli popüler sanat örnekleri...
100 en iyi Türk filmi değil, tarihsel öneme sahip 100 film...
Aynen öyle.
Kitabı hazırlarken karşılaştığınız en büyük sorun eski filmleri bulup izlemekti. Bunun için MSGSÜ Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi gibi kurum ve Agah Özgüç gibi sinema tutkunu kişilerden yararlandığınızı söylüyorsunuz. Türk sineması 100 yaşında ama hâlâ özerk bir sinema kurumumuz yok.
Yok, kurulamadı hakikaten. Türk sinema kurumu gibi bir şey amaçlanmıştı ilk Kültür Bakanımız Talat Halman döneminde. 60’ların sonları hep beraber Ankara ’ya gitmiştik, rahmetli Onat Kutlar da vardı. Ama olmadı, öyle bir kurum kurulamadı. Prof. Sami Şekeroğlu’nun kişisel tutkusu, çabası olmasaydı bu kadar Türk filmi de ortada olmayacaktı. Başka görmek istediğim fimler yok muydu, vardı tabii. Ama çok büyük şey kaçırdığımızı sanmıyorum.
Kitaptan anladığım sizin için Türkiye ’nin gelmiş geçmiş en önemli yönetmeni Lütfi Akad, değil mi?
Öyle, her şeyi o başlatmış. 1949’dan itibaren. Yönetmenler çağını başlatan kişidir. Özgün bir sinema estetiği oluşturdu. Her şeyi denedi; kadın filmleri, politik filmler, soyut aşk hikâyeleri, Fransız şiirsel gerçekçiliği... İlk kez bir üçleme yapmış, 70’lerin nispeten sınırlı ve kısıtlı sinemasında. ‘Göç’ üçlüsü ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’ olağanüstüdür. Böyle bir şeyin olmuş olması bir mucize gibi geliyor.
100 filmin yarıdan fazlası 2000 sonrası Türk sinemasından. Gerçekten öyle olduğu için mi yoksa hafızamıza yakın filmler olsun diye mi?
Yok, hafızamıza yakın filmleri illa koruma çabası göstermedim. Her şeye rağmen 50’ler daha ilkeldir, sanayileşme hiç yok, her bir film özel bir emekle yapılmıştır. Oradan alabildiğimi aldım. 60’lar çok verimli. Türk sinemasının en yaratıcı dönemi. Her açıdan çok parlak eserler var. 70’ler parlak şekilde başlıyor sonra müthiş bunalıma giriyor. 80’ler 12 Eylül’den sonra politik filmler, toplumsal filmler kayboluyor ama bireyi ortaya çıkaran filmler kendini gösteriyor, oradan da yeterince film aldım. Türk sineması 90’ların başında çöküyor. 95-96’dan itibaren hareketlenmeye başlayıp bütün haşmetiyle 2000’lerde karşımıza çıkıyor. 2000’leri önemsememek mümkün değil. Bir sürü yeni sinemacı geliyor. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu gibi yaratıcı yönetmenler kuşağını inkâr etmek mümkün değil. Eskiler de bir şeyler yapıyor. Ayrıca Yavuz Turgul gibi popüler bir sinemacı ve onun takipçisi Çağan Irmak. Sonra komedyenler çağı başlıyor. Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Ata Demirer hatta Şahan Gökbakar, eski komedyenlerin aksine yönetmenlik, senaristlik gibi işin yaratıcı kısmıyla da ilgileniyor. 2010’lar da gayet zengin. Dolayısıyla o yıllar kitaba biraz ağırlığını koydu.
Şimdi yılda 70-80 film giriyor her sene vizyona. İyi filmler de var ama aralarında bir sürü de kötü film var.
Ne oluyor, hakkında hiçbir şey duymadığımız, bize yönetmeniyle ve konusuyla hiçbir şey vermeyen filmlere gitmiyoruz. Ben deneme tahtası değilim. Benim görmediğim 12 filmden 1 tanesi güzel oluyor, onu da eninde sonunda yakalıyorum. Seçici olduk Türk filmi konusunda.
Film çekmenin kolaylaşması kötüleştiriyor olabilir mi Türk sinemasını?
Evet. Bu çok olumlu bir şey değil. Elenir zaten, iyi olan kalır, kötü olan gider deniyor ama o kadar çok film yapılıyor ki, insanlar bu sefer iyi olana da gitmeyecek bir zaman sonra. Dizilerde de böyle. Bu kadar diziye gerek yok ama yapılıyor çünkü bir talep var. Bu bir arz talep meselesi ama arz bu kadar kötü olunca talep da çökecek. Türk sineması aşk konusunda sınıfta kaldı. Yeşilçam’ın aşk filmleri çok daha iyiydi. Bugün yapamıyorsunuz bu işi demek geliyor insanın içinden ama bunları söylemek bana düşmez, kendileri akıllansın. Basın danışmanları, piyasayı yoklayan uzmanlar otursunlar ne tutuyor ne tutmuyor bunları araştırsınlar.
Gişe rekortmeni ‘Recep İvedik’i sinemasal değer olarak önemsemediğiniz için mi hiç anmadınız kitapta yoksa Şahan Gökbakar size hakaret etti, o yüzden mi?
Ben Sabah’tan ‘Veda’ başlıklı bir yazıyla ayrıldığımda medyada bana hayret veren bir şekilde sempatiyle karşılandı. Bu olaydan sonra benimle ilk söyleşiyi de Radikal’de sen yapmıştın. Çok hoş okur mail’leri, mesajları geldi. Arada Recep İvedik’in mesajı da basına yansıdı, “İyi oldu. Zaten fazla ihtiyarlamıştı” şeklinde. Bu adama sempati duymam mümkün değil. Bundan sonra ağızıyla kuş tutsa benim gönlümü kazanamaz. Ama ben filmlere kesinlikle duygularımı dikkate alarak yaklaşmadım. Bana hakaretlerin en büyüğünü yapan bazı yönetmenlerin filmleri var bu kitapta. Ama Şahan Gökbakar kusura bakmasın benim bu kitabıma, ciddi bir araştırmaya konu olacak bir film yapmadı henüz. Diğer komedyenler yaptılar. Ata Demirer de bu kitaba girmedi ama filmlerine çok sempatiyle, saygıyla yaklaşmışımdır. Onların yaptıkları işler daha üst düzeylerde. ‘Recep İvedik’, daha kaba saba bir komedi tarzı… Olabilir, müşterisini de buluyor. O seyirciyi de hiç küçümsemeye niyetim yok. Ama bizim tarafımızdan ciddiye alınmayı da beklemesin. Bizim gibi bunamış ihtiyarlara da ihtiyaç yok herhalde. İnsanları yaşlarıyla yorumlayıp bu tarz terimler kullanmak çok terbiyesizce. Her insan yaşlanacak. O zaman hangi durumda olacak o zaman merak ediyorum.
Bir de 101’inci film var kitapta son dakika eklenen, ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’. Siz “Artık Onur Ünlü’den ümidi kestim” diye yazmıştınız.
Onur Ünlü çok yaratıcı ama yeteneklerini bir türlü bütünlüklü olarak ortaya koyamayan biri olarak gözüküyordu. Bu filmini izlememiştim. Arkadaşlarım çok övdü. Onur Ünlü’yü arayıp filmi istedim, izledim. Kitabı teslim edeli de hayli zaman olmuştu. Ama izleyince birden çarpıldım. Türk sinemasından yapılmış en zekice, en özgün filmlerden biri. Bambaşka bir dünya yaratıyor. Hemen eleştirisini yazdım ve 101’inci film olarak kitaba koydum. Bir genç yeteneğin filmiyle kapatmak çok iyi oldu.
Son Güncelleme: 12.04.2014 16:24