O yüzden bazı hatırlatmalarda bulunmak, bugüne gelen yolun taşlarının nasıl döşendiğini tekrar vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, REDaktif‘te zaman zaman eskiden kaleme aldığımız yazılara yer veriyoruz. Elbette güncelliği olan, özellikle Fethullahçı örgütlenmenin adımlarını gün ışığına çıkaran yazıları paylaşacağız.

Tayyip Erdoğan dün “Allah affetsin” diyerek Fethullahçılara nasıl alet olduğunu açıkladı. İlk defa 2012’de bu örgütlenmeden işkillenmeye başladığını söyledi. Farz edelim AKP kurmayları bu örgütlenmeye çok naif yaklaşmıştı. Ama biz her şeyi yazıyorduk! Hiç mi akıllarına gelmedi bu işler?! Elbet hep akıllarındaydı. Ama suç ortaklığı da tatlıydı!.. Bakın, henüz 17-25 Aralık operasyonları olmamıştı. Yaklaşık 10 gün önce, 6 Aralık 2013’te, Yurt gazetesinde bir yazı kaleme alıp, bir konsorsiyumun Hrant Dink ve ardından Muhsin Yazıcıoğlu’nu öldürdüğünü, tetiği Fethullahçıların çektiğini vurgulamıştım. Şimdi o yazıya dönüp bazı gerçekleri tekrar hatırlayalım, aynen yayınlıyorum:

Hıncal Uluç’un fırtına gibi estiği zamanlardı. Bir avanta geziden diğerine davet ediliyor, yiyor, içiyor, Sabah’ta tam sayfa ballandıra ballandıra anlatıyordu. Hıncal Bey’in yanından dansçı, şarkıcı, fotomodel eksik olmuyordu. Onunla dolaşan hanımların ‘piyasa’sı artıyordu.

Derken, 2006 Nisan ayında ‘Barbie Operasyonu’ adıyla, müsemma bir vaka yaşandı. Hıncal Bey’in yanında çokça dolaşan bir ‘fotomodel’in, o zamanın parasıyla 20 milyar lira karşılığında, bir kısım adamla beraber olduğu iddiası telefon kayıtlarına yansıdı. Milyonların açlıkla imtihan edildiği İstanbul’da, çok büyük paralara büyük bir fuhuş tezgahı kurulduğu anlaşılıyordu…
O dönemde Radikal’de konuyu ele alan bir yazı kaleme almıştım. Yazı yayınlandıktan sonra [email protected] adresinden aynen şöyle bir e-posta ulaştı:

“Sayın Hakan Gülseven,
22 Nisan 2006 tarihli Radikal Gazetesi’nde yazdığınız ‘Milli Namus Meselemiz’ konulu yazınızda, ülkemizin geldiği noktayı çok net bir şekilde özetlemişsiniz. Fikirlerinize katılmamak mümkün değil, bizzat paylaşıyoruz. Ayrıca bu güzel çalışmanızla ilgili detaylı olarak fikirlerinizden istifade etmek isteriz.
Tebrik ediyoruz. Allah kaleminize güç versin.
Saygılarımla
Muhsin Yazıcıoğlu
Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı”

Kendimi bir tuhaf hissettim. Elinde onca aydın ve namuslu insanın kanı olan biri beni kutluyor, ‘fikirlerimden istifade etmek’ istiyordu. Aldığım mesajın saygı seviyesinde, lakin, “Benim fikirlerim sizi bozar” mealinde bir karşılık yazıp konuyu kapatmış oldum.

Lakin, itiraf edeyim; Muhsin Yazıcıoğlu beni çok şaşırtmıştı.

***

Bu vakadan sonra Yazıcıoğlu’nu daha dikkatli takip etmeye başladım, ister istemez.

12 Eylül’de ‘komünist militanlar’ ile aynı muameleye tabi tutulmak, onu bir sorgulamaya yöneltmişti. Fikirlerini bir yana bırakalım. Lakin, 12 Eylül sürecinin onda bir ‘kullanılma fobisi’ yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. O kendisini bir ‘dava adamı’ olarak görürken, tüm yaptıkları emperyalizme hizmet etmiş ve darbeye zemin sağlamıştı. 12 Eylül’ün hapishanelerinde yatarken, kendini kullanılıp atılmış hissediyordu.

MHP’den başarılı bir kopuş gerçekleştirebilmesi de bu ‘kullanılma’ bahsinin sonucudur.

***

Kader işte… BBP zaman içinde ‘derin’ operasyonlarda ‘insan kaynağı’ olarak ‘kullanılan’ bir kurum haline geldi.

‘Danıştay Saldırısı’nı gerçekleştiren Alparslan Arslan’ın BBP’li olduğunu biliyoruz. Bir ayrıntı daha: Babasının ifadesiyle, Arslan, Fethullahçıların ‘ışık evleri’ne de devam etmiş.

Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi vakalarında BBP’nin Alperen Ocakları bağlantıları konuşuldu. Bunlar Hrant Dink Cinayeti ve Ergenekon Operasyonları’na giden yola döşenmiş taşlardı.

Ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun Dink Cinayeti ardından verdiği tepkiyi hatırlayalım. Partisinin provokasyonlar için insan kaynağı olarak kullanıldığının farkındaydı ve “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler” diyordu…

***

Yaşananları anlamak için basit bir analiz yöntemi kullanabiliriz:

ABD, tıpkı Irak’ın işgaline tezkere alamaması ya da Osetya Krizi’nde Karadeniz’e savaş gemisi çıkaramaması vakalarında olduğu gibi, Türkiye sanki müstakil bir memleketmiş gibi davranabilen kesimlerden rahatsızdı. Artık dünyada böyle ülkelere yer yok. Dolayısıyla, eski kullanışsız ‘laik-Kemalist’ rejim yerine, emperyalizmin kuklası yeni bir rejim tesis edilmeliydi.

Kuklalık için aday, eski rejimden tokat yemiş İslamcı kesimlerdi. ‘Konsorsiyum’ kuruldu. ABD destekli ‘AKP-Cemaat Koalisyonu’ başa getirildi. Lakin ulusalcıların ve tabii askerin karşısında pek zayıf ve ödlektiler. Ergenekon Operasyonları’yla, ulusalcı kuvvetler tasfiye edildi. Bunu tezgahlayan ABD-AKP-Cemaat konsorsiyumudur.

Hrant Dink Cinayeti’ni tüm operasyonların başlangıç vuruşu olarak tespit ediyorsak, katil de konsorsiyumdur.
Danıştay Saldırısı ya da Dink Cinayeti’ndeki polis bağlantıları, Muhsin Yazıcıoğlu’nun tarlasını CIA destekli Cemaat’in sürdüğünü gösteriyor. Tetikçiyi Cemaat tedarik etmiştir.

***

Yazıcıoğlu, Erhan Tuncel’in BBP içine ‘sokulmuş’ olduğunu açıkça vurguluyordu. Ergenekon Operasyonları’na karşı duruşu da netti. Ne olup bittiğinin farkındaydı. Konunun üzerine gittiğini biliyoruz. Kuşkusuz, somut bulgulara da ulaşmaya başlamıştı. Bu, katilleri rahatsız etti. İşte bu nedenle, Dink ve Yazıcıoğlu’nun katilleri aynıdır.

Şimdi, soralım: Bir insanın hayatında ilk kez helikoptere bindiğini, bu helikopterin düştüğünü, enkaza ulaşılmasını sağlayacak tek bir aletin bile çalışmadığını dikkate aldığımızda; bunun ‘kaza’ olma olasılığı nedir? Kaza değilse, Muhsin Yazıcıoğlu’nu kim öldürmüştür?