Aktay’ın bu sözleri sarf ettiği Bayburt Üniversitesi’ndeki konuşması basına yansıdığı kadarıyla şöyle:
“Sana demişler ki ‘Sen Türksün’. Ne demek Türklük? İşte, Orta Asya’dan gelmişsin. Bir bakıyorsun, kaçımızın dedesi Orta Asya’dan gelmiş, bir sor bakayım gerçekten var mı böyle bir şey. ... Türk nedir mesela? İsmet Özel’in çok ilginç, çok güzel tahlilleri vardır. Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok. [Bir öğrenci itiraz eder, “Türk diye bir ırk yok söyleminizi kabul etmiyorum, Türkler vardır, dünya kadar imparatorluk kurmuş ve yıkmıştır” der; Aktay devam eder] Macarlar Türk müdür mesela? Ben o kadarını söyleyeyim. Türkiye’de o kadar insanın 3-4-5-6 nesil öncesine baktığın zaman, şimdi kendini zannettiğinden çok farklı çıkıyor insanlar.”
Sözün özünde Aktay, Orta Asya’ya kökenlendiğini söylediği Türklüğün bu topraklardaki varlığının en hafif deyişle abartıldığını iddia ediyor. “Türk diye bir ırk yok” sözüne gelen itiraz üzerine de (Macarlar’a vurgunun yanı sıra) “Bu topraklarda 3-4-5-6 nesil öncesine baktığın zaman çok farklı çıkıyor insanlar” demekte. Peki, diyelim ki 3-4-5-6 nesil öncesinde böyle farklı çıkmayan, öz-be-öz Orta Asya’dan geldiği açık insanlar olsa ‘Türk ırkı’nın varlığından söz edilebilirdi mi demek oluyor acaba bu?.. Eğer öyleyse Aktay’ın, doğru söylediğini yanlış temellendirip ırkı soy, dolayısıyla kavim, diğer deyişle ‘etni’, kısacası ‘kültür’le hemhal kılmaya enteresan bir şekilde devam ettiği düşünülebilir.
Hâlbuki, Türk diye bir ırk yoktur çünkü ırk insanlar arasında kültürel değil ‘biyolojik’ temelde benzerlik ve farklılıklara dayalı gruplaşmaları işaret etmek üzere ancak işlerlik kazandırılabilecek bir kavramdır (Aktay’ın sözlerinde ne ‘ırk’ın geçtiği yerde, ne de başka bir yerde ‘biyoloji’ sözcüğüne rastlıyoruz). Ve Türklük, biyolojik temelde değil ‘kültürel’ temelde değerlendirmeye açılabilecek bir kimlik kategorisidir. Dolayısıyla soy, ortak ata, dil, tarih, mitos, inanç ve hatta ‘duygu’ gibi kültürel referanslar üzerinden Türklüğün varlığını ya da yokluğunu ileri sürer, iddia eder, tartışabilirsiniz. Hatta bu yüzden, Aktay’ın sözlerinin aksine, 3-4-5-6 nesil öncesinde soy olarak Türklükle bağı olmasa bile Türkçe konuşan ve kendini Türk ‘hisseden’ insana da “sen Türk değilsin” diyemezsiniz. Derseniz bu, tıpkı bazı fanatik Türkçülerden duymaya alıştığımız şekilde Doğu-Güneydoğu Anadolu’daki Kürtlerin bir kısmının aslen Türkmen, diğer bir kısmının da Ermeni kökenli olduğu iddiasının karşı cepheden eşdeğeri olur. İstediğiniz kadar soy izi sürün, hatta 3-4-5-6 kuşak öncesinde başka bir ‘şey’ olduğunu çıkarın ortaya, bugün Kürtçe konuşup Kürt hisseden insana da “Sen Kürt değilsin” diyemezsiniz.
Türklüğün de, Kürtlüğün de, Lazlık, Gürcülük, Çerkeslik, Araplığın da tartışmaya açılamayacağı tek sınıflama kategorisi ise ırktır. O, yukarıda belirttik, biyolojik-genetik bir insan gruplandırması. Gündelik dilde veya etimolojisine bakıldığında eskiden karşılık geldiği anlamların dışında bugün bilimsel kabul gören anlamıyla böyle. Bu bilimsel anlamın istinatgâhı da antropoloji, daha doğrusu fizik (biyolojik) antropoloji...
Gelgelelim ırkın Aktay’ın da eğilim gösterdiği yönde, biyolojik olmaktan öte ‘kültürel’ bir kategori olarak anlam yaygınlığı kazanmasında doğrudan pay sahibi bir ‘bilimsel’ pratik varsa bu da antropoloji! İlginç bir çelişkidir bu ve anlaşılması için antropolojinin tarihine bakmamız gerekir. Tabii burada ayrıntıya giremeden, satır başlarıyla ancak yapabiliriz bunu.
Bugün lise ders kitaplarında hâlâ “Antropoloji nedir” sorusunun karşılığı olarak ‘Irkbilim’ yazmaya devam ediyor mu bilmiyorum. Umarım değişmiştir, ama değişmediyse bunun nedeni, antropolojinin 19’uncu yüzyılda karşımıza ‘fizik antropoloji’ olarak çıkıp konusunun da ‘insan ırklarını incelemek’ olmasıdır. Modern Batı etnosantrizminin (bizmerkeciliğinin) en ‘keskin’ örneği denilebilecek, sözde bilimsel bir açıklama olan ‘ırk paradigması’ eşliğinde!..
Özellikle 20’nci yüzyılın ilk yarısında antropolojide hükmünü etkin şekilde icra etmiş olan ırk paradigması, bir genetik-biyolojik özellikler deposu olarak ırkla, kültür ve tarihi elele, kolkola, sarmaş-dolaş kılan bir anlayıştı. Bir insan topluluğunun kültürel yetenek ve yetkinliğinin, bunların yükseklik ya da sınırlılığının o topluluğun doğal-biyolojik yapısıyla bağlantılı olduğunun kabulüydü. Daha çarpıcı olarak paradigma, “millet=tarih+kültür+ırk” formülünü bize sunmuştur.
Bu anlayış doğrultusunda bir milletin soylu tarihi, zengin kültürel birikimi onun ‘fıtrat’ından, yani doğal, biyolojik, kalıtsal, kısacası ırkî hususiyetinden çıkar. Aynı şekilde yaşam biçimi itibarıyla ‘geri’ sayılan halklar için de yapılacak fazla bir şey yoktur. Onların kültürel ilerlemesine ırkları el vermemektedir. Onlarla karışmak bile üstün olanın bozulmasına yol açmaktan öte bir sonuç vermez.
20’nci yüzyıl başında antropolojide revaçta kuramsal perspektif olduğu kadar, resmî ya da sivil politik ve ideolojik yönelimlerin de ana belirleyeni olan ırk paradigması, aynı dönemde Türkiye’de de alımlanmış ve antropoloji bizde de ırkla kültür ve tarihi harmanlayan bir ‘fizik antropoloji’ olarak doğuş bulmuştur. Bugün hâlâ ırk kavramının Türkiye’de kültürle, kavimle, tarihle eşgüdümlü bir anlamlandırmaya tâbi tutulmasında bu tarihsel arkaplân belirleyicidir.
Günümüzde hümanist, çoğulcu, evrenselci bir çizgide ‘Öteki’nin bilimi’ olarak tanımlanan antropolojinin bu noktaya gelmesi, geçmişindeki iki ‘günah’tan arınmayla oldu. Sosyal-kültürel antropoloji bağlamında bu ‘günah’, ‘sömürgeciliğin çocuğu’ olmaktır ve bununla yüzleşilip hesaplaşılmıştır. Fizik (biyolojik) antropoloji bağlamında da ‘ırk paradigmasının çocuğu’ olmaktır ve onunla yüzleşilip hesaplaşılmıştır. 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren fizik antropoloji alanında da ırkın kavim, kültür ve tarihle bağı koparıldı ve sadece insan biyolojik çeşitliliğiyle sınırlı çerçevede kavram kullanılır oldu.
Ancak antropolojinin bugün geldiği noktada ‘ırk paradigması’ ve ‘ırkçılık’ gibi başlıkların reddinden öte artık ırk kavramının kendisinin reddi, geçersizliği, hükümsüzlüğü söz konusudur. Irk, antropolojide biyolojik anlamda da gözden düşmüş bir kavramdır. Çünkü biyolojik ırk kriteri belirlerken bile kültürel seçiciliğin söz konusu olduğu anlaşılmıştır. En çok kullanılan biyolojik ırk kriteri olan deri rengi, Beyaz, Siyah ve Sarı ırklar ayırt eder mesela, ama ‘Beyaz’, pembeden bej ve esmere kadar giderken, ‘Siyah’, aslında kahverenginin değişik tonlarıdır!..
Ayrıca ırk sınıflamaları da deri rengi, saç rengi-biçimi, göz rengi-biçimi, boy gibi görünür biyolojik özellikler üzerinden yapılır hep. Halbuki deri rengi kadar görünmeyen özellikler de, mesela kan grupları, hormonal yapı, laktoz intoleransı ve hatta ‘kuru ya da yaş kulak kiri’ bile ırk kriteri olarak alınmayı hak eder! Ve diyelim ki laktoz intoleransı, yani süt şekeri hassasiyeti açısından benzerlik doğrultusunda bir ırk sınıflaması yaparsanız, Norveçliler, Araplar, Kuzey Hindistanlılar ve bazı Afrika siyahlarından müteşekkil bir ırk grubunuz olur! Ya da görünür özellik itibarıyla aynı ırk grubuna soktuğunuz Orta Afrikalı siyahla Okyanusyalı siyahı, görünmez (genotipik) bazı özellikler bakımından incelediğinizde Afrikalı siyah, Okyanusyalı renktaşından fersah fersah uzaklaşıp Akdeniz kıyısındaki bir Fransız beyazla aynı grupta yer alabilir.
Bunların ötesinde, insanlık tarihinde ırk gruplarından söz edebileceğimiz dönemlerin de artık çok uzağındayız. Doğal çevreye biyolojik uyarlanmayı mümkün kılan çok uzun süreli izolasyonların ortadan kalktığı, çevreye uyarlanmanın kültürel olanaklarla sağlandığı, tüm dünyanın içiçe geçip melezleştiği bir çağda bırakın ‘saf ırk’ı, ırkın kendisinden dahi söz etmenin anlamsızlaşması söz konusu. İşte bu nedenlerle, başlangıçta ırkı kendine temel konu seçmiş, kurumsallaşma dönemlerinde ırk paradigması üzerinden ne yazık ki ırkçılığı da beslemiş antropolojinin bugün geldiği noktada ırk, insan dünyasında karşılığı ve geçerliliği olmayan, miyadını doldurmuş bir kavram olarak değerlendirilmekte.
O yüzden bırakın bu işleri!.. Irk yoktur.
(Not: Kaderin cilvesi mi demeli, ben dün gece yazıyı hazırlarken cep telefonumda art arda çınlayan seslere baktığımda bu konuyla ilgili önceki gün paylaştığım tivitlerin Yasin Aktay tarafından silsile halinde retivitlendiğini fark ettim. Kendisine ilgisinden dolayı teşekkür ederken, bu ilgi doğrultusunda tivitır aleminde şimdi daha da güçlenmesi olası bir ‘kuruntu’ya [‘Aktay-Atay işbirliği demiş biri:] istinaden şunu söylemek isterim: Yasin’le Türklük ve ırk ilişkisi üzerine hemfikirmiş gibi görünsek de gerek tivitırda belirttiğim, gerekse bu yazıda daha da netleştirmeye çalıştığım üzere çıkış noktası, bakış açısı ve analiz çerçevesi itibarıyla belirgin bir farklılık içindeyiz. Kendimce diyebilirim ki o ne söylüyor, öne sürüyor ve savunuyorsa bunları yaparken ölçüsü ‘İslâm’. Benim ölçümse ‘İnsan’... Bunun altını çizmekte yarar görüyorum.)
Tayfun ATAY