Dünya büyük bir kaosun içinde. Bir yanda adı konmamış "Büyük Savaş", bir yanda belirsizliklerle dolu bir gelecek müjdeleyen Covid19 salgını, ırkçılığın en saf halini yaşayan ABD'de siyahların haklı isyanı... İşte burada tekrar yükselen 'nefes alamıyorum' çığlığı ve 'Adalet Yoksa Barışta Yok' sözü, geçmişin geçmediğinin bir göstergesi olsa gerek.
Şair hep burada devreye girer. Eveleyip gevelemeden ezilenlerin duygularının rotasını takip eder. 'Sevda kuşanıp yollara düşen'lerin, izleğidir. 'O sabırla ördüğümüz hayat senin içindir'de yönünü açıklar, 'Gökyüzünün Yedi Rengi'ne dönmüştür yönünü; Sevdaya...
Ortaya şiirle birlikte şair çıkar.
Duruş Gazetesinde yapmayı düşündüğümüz bu seride ilk konuğumuz şair - yazar İbrahim Karaca'yla sanata, şiire, şarkılara, hayata dair söyleştik.
Boyun Eğmeyen Dizelerin Şairi
İbrahim Karaca ile Söyleşi - DENİZ KORCAN
'Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır'
Siz "söz" olgusunu nasıl görüyorsunuz?
“Söz” yazmadan önce, söyleyecek sözünün olması lazım insanın. Sırf söz olsun diye söylenmez bir söz… Söyleyen vardır, tarz meselesidir… Yani bu terbiyeyi aldım ben. Kimden aldığımı bilmiyorum ama bir baktım ki almışım. Avludaki kürsüye çıkıp ahkâm kesme oyunu oynardı her teneffüste bir arkadaşım ilkokul zamanları, neyse. Her söz söylenmez mesela… Yani bir sözü şiirin dili olan ‘şiirce’ söyleyemeyeceksen söylemeyeceksin, çünkü sözünü etmeyi düşündüğün şeyi zayıflatmış, yaralamış olursun. Belki o söz “sözsüz” söylenecektir, “müzikçe” dili ustası bir müzisyen tarafından.
Sizce şair akıp giden hayata nasıl bakıyor?
Şiirini hiç kimseden hiç bir şey beklemeden, kutsal ya da öcü sayılan hiç bir şeye tahvil etmeden yazmaya, akıp giden hayata bakakalmayan bir bakışla bakmaya çalışıyorum. Buna gücüm var mı, bakma isteğime bağlı… Yani kas gücüyle engellenemeyecek bir yürek gücü gerekir. Övünmek gibi olmasın, bulunur biraz. Beynimin ve kalbimin birlikte onaylamadığı hiçbir şeyi hiçbir güç kabul ettiremez, ettiğimden de vazgeçiremez. Kalbim ve aklım ne diyorsa o. Fakat bunu burnumun doğrusunda gidiyorum sanıyor bazıları, gülüyorum… Karadeniz toprağında yetiştiğim için burun da önemli tabii ki.
Şair yazmasa sizce neleri yitiririz?
Hiçbir şeyi tümden yitirmeyiz elbette ama eksiliriz… Onun yazmadığını hayat başka araçlarla yazdırır. Önemli olan, sahte olmayan bir dünyadan sinyal almak, ona bir öpücük kondurup hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin doğru yere yollamaktır. Hiçbir yankı kaybolmaz, mutlaka yarına kalır. Hayatın şiirini yaşamıyla yazıyor aslında milyonlar… Biz onu dizelere döküyoruz, şiirin diliyle tutanak tutuyoruz. İyi ve berrak bir biçimde kullanılan dil bizi anlatıyor ve yarına kalıyor.
Söz müzikle birleşince ortaya nasıl bir sonuç çıkıyor?
Söz ile müzik, aynı dalda karşılıklı birbirine seslenen iki kumru kuşudur aslında. Bazı şiirler ayrıca müzik istemez, bazı müzikler ayrıca söz istemez. Kendi içlerindeki müzik ve söz yeterlidir… Kumrulardan biri gitmiş ve sesini diğerine vermiştir, ondan öyledir. Şiirin bir ezgiyle buluşup şarkılaşması güzeldir ama her zaman şart değildir. Bazı şiirler şiir olarak daha güzeldir, bazı müzikler müzik olarak daha güzeldir. Örseleneceğini hissettiğiniz anda vazgeçmelisiniz.
Sizce şiirler müzikle birleşmeli mi, yoksa müzik için şarkı sözü mü yazılmalı?
Aynı dalda şarkı söylemek güzeldir. Aslında her şiirin içinde birkaç müzik, her müziğin içinde birkaç şiir vardır. Şair dizelerini dizerken o müziğin ritmine uyar, müzisyen bestesini örerken o iç müziği mutlaka görür. Şiir ve müziğin şarkıdaki birleşik gücü bazen büyür, bazen tersi olur. Bu yüzden bazı şiirler bestelenmemeli, bazı ezgilere söz yazılmamalıdır. Bir şarkı sözünü çıplak sesle müziksiz dinlediğinizde şiir tadı alıyorsanız o sadece şarkı sözü değildir, bir şiir kitabına girer. Bazı ayetler şiir gibi olabilir ama şiire kutsal ayet muamelesi yapmamak lazım. Bazı sözler müziksiz okunduğunda eksik kalıyorsa müzikten ayırmamak gerekir. Bazı şiirlere müzik uyarlandığında fazlalık oluşuyorsa müzikle buluşturmamak gerekir. İki üç kez dinlerseniz anlarsınız zaten.
Dizelerinizi şarkılarda dinlediğinizde içinizde nasıl duygular uyanıyor?
Müziklenen çoğu şiirimde “iyi ki bestelenmiş” diyorum içimden. Bir çocuğumun konuşmaya veya ikinci dilde konuşmaya başlaması gibi geliyor. Şiirle düşünen ama müziksiz düşünemeyen bir insanım. Şiir yazmaya başlamadan önce de öyleydim. 1980 öncesinin Rize’sinde gece sabahlara kadar duvarlara çeşitli siyasal sloganlar yazarken, sırtıma çapraz astığım kasetli teypten Leonard Cohen, Charles Aznavour, Ruhi Su veya başka bir müzisyenin sesi gelirdi. Seneler sonra bestelenen bir şiirimi Rumca olarak Maria Farantouri’nin sesinden şarkı olarak dinledim, bir Grup Yorum konserinde Joan Baez’e sarıldım. Bazen eski zamanlarımı düşünüp “bunu sen mi yazdın” diyorum kendime, gülümsüyorum. Amatörüm. Yani kendimi “profesyonel” görmüyorum, o kavrama da inanmıyorum. Yaşamıma bir göz atan herkes görebilir bunu. Biraz deneyim kazanmış olabilirim, o başka. İyi beste, şiirdeki duyguyu daha güçlü ve görünür kılıyor ama o da şiirdeki duygudan beslenmediğinde başarısız kalıyor.
Şiir bugün sizce toplumu nasıl etkiliyor?
Şair bütün topluma yazdığını söylese de, şiir herkese yazılmaz. Şair önce kendisi için yazar fakat şiir etkileyip benimsendiği oranda herkesin olur. Dünyada da öyledir belki ama özellikle Türkiye’de şiir çok yazılır, az okunur. Bu ne demektir, toplum büyük oranda şiirle ilgilenmiyor demektir. Bize sadece şiir değil, hayat ile bağ kuran şiir lazımdır. Kuru bir devrim ve sosyalizm bildiriciliği yapmak yerine o idealleri besleyen, buralı kaygılar taşıyan, yeni bir insanı hedefleyen ve daha güzel bir dünya özlemiyle yol alan devrimci-sosyalist bir şiir olmalı bizim şiirimiz. Sanatın, edebiyatın, şiirin bir “yontma” işlevi vardır aynı zamanda. Toplumu yontmaya soyunan politik duyguları da yontar şiir, kabalıklarından arındırır. Sahte bir gerçekliğe açılan şiir ise sadece şiirdir… Belki yok sayamayız ama benimsemeye de değmez. Sahte gerçeklik derken soyutlamadan bahsetmiyorum. Alıcısı olsa da tıngırtılara ihtiyacı yoktur toplumun. Politik laflar değil bu söylediklerim ama politika içeren laflardır. Kapsama alanında şu ‘gerici’ şairden bu ‘solcu’ şaire kadar herkes olabilir.
Siz bir şair olarak dizelerinizi topluma hangi yollarla ulaştırmaya çalışıyorsunuz?
Olsa iyi olurdu elbette ama ulaştırmak için özel bir çabam yok. Geçmişte çok yere yazmadım, çok dergide gözükmedim, zaten çok şiir de yazmadım. Az yazan birisiyim ben. Yazdığım şiirleri ve denemeleri herkese değil ama birebir karşılaşıp iki laf ettiğim dostlara verdim, yayınladılar. İlk şiirlerim 1985 yılında Akademi Kitapevi Şiir Başarı Ödülü’ne değer görüldü. İlk şiirlerimdi. O dosyadan bir iki şiiri bir iki dergiye yolladım ama yayınlanmadı, ben de bir daha hiçbir yere şiir yollamadım. Sonra Tavır Dergisi’yle tanıştım, bir dönem neredeyse her sayıya bir şiir ve deneme yazısı verdim, sadece ona yetebildim. Çok yazan biri olmadığımı söylemiştim. Tavır Dergisine gelen okur şiirlerine bakıp değerlendirme yaparsam çok makbule geçeceğini söyleyince arkadaşlar, ben de ‘olur’ dedim… Bir dönem gelen şiirleri inceledim, yayınlanabilecek bulduklarıma ‘okey’ dedim, diğerlerinin kenar boşluklarına bazı düzeltmeler önerdikten sonra sahibine geri postaladım… Bu genç amatör şairlerin kimisi şiirini düzenleyip yeniden yolladı, hepsi olmasa da bazıları yayınlandı. Hayatını yazarak kazanan bir insan değildim, İktisat Fakültesini bitirip bir televizyon fabrikasında çalışmakta olan rütbesiz bir mali işler memuruydum. Aklımdan geçen her şeyi yazacak kadar densiz olmadım (başarısız bir espri girişimi). Söyleyecek sözüm varsa yazdım, arkasını getiremeyeceğim sözler etmedim. Yarım bırakacağım sözü söylemekten korktum, bazen sözüm olsa da söylemedim. Kendini yazmaya ikna edebildiğim dizeler, kültür, sanat ve hayat üzerine denemeler yazdım… Ve yazdıklarımı birkaç kitap olarak topluma ulaştırdım.
Sizce şiirin akıp giden yaşama etkileri nasıl oluşuyor?
Akıp giden yaşama değil ama o akış içindeki şiir dostuna etkisi oluyordur. “Matarada su, torbada ekmek değildir şiir… Ama matarasında suyu, torbasında ekmeği kalmayanı ayakta tutabilir” diyen şair doğru söylemiştir. “Hayatı bir şiirden öğrendik” diyen Zapatist önder Marcos da doğru demiştir… Yani kendisine doğru bilinçli bir hamle yapmayana şiir de yapmaz. İhtiyacı olan talep eder, ulaşmaya çalışır. Zaten çıkarılan bir kitap bin adet basılıyor ve en babayiğidi iki senede tükeniyor. Bizim ülkemizde herkes şairdir ama şiir kitabı alıp okumayı sevmez çoğunluk. Şiir ise kafa şişirmeyi sevmez. Kimseyi zorlamaz kendisi için, uyarır. Yani yaşama etki edecek bir cürüm sahibi olmasa da özgül ağırlığı hiçte fena olmayan bir şiirdir benim şiirim... Şiirime güveniyorum. Hep okunduğu anın tarihini taşır şiir. Hayata ve insana dair tutulan bir tutanaktır. Şiir unutmamaktır!
Bugün ülkemizdeki şairler yaşayan insanın acılarına ne ölçüde dokunabiliyorlar?
Bir dokunuşun aktive olması için sadece şairin insana dokunması değil, insanın da şaire dokunması lazım. Bütün dünya şairleri bizimdir, yazdıkları bize (büyük insanlığa) aittir. Hayatı bilince dönüştürmek demek yalnızca politik iletiler sunmak değildir, yanlış anlaşılmasın. Hayata ve insana dair ne varsa şiirin kapsama alanındadır. Bir şiir serüveni, ayakları yere basan bir hayatı estetize ederken ayakları yere basan dizeler yaratmaya dönük olduğunda anlam kazanır. Sarsmak istediği ahaliden söz etse de ahalinin değil, halkın bağrına talip olmalı bu yüzden şiirimiz. Yaşadığı hayatı bilince dönüştürdükçe halklaşır bir ahali. Herkes kendini yazar sonuçta. Yazıyormuş gibi yapmak, yaşıyormuş gibi yapmaktır. Hiç gerek yok.
Dizelerinizden bir Grup Yorum geçti. Ülkemizde devrimci sanat ve bedelleri üzerine neler söylemek istersiniz?
Grup Yorum ile 1987 yılında tanışmıştım ama aramızda kurulan şiirli-müzikli bağ 1991 yılına rastlar. İzmir’de öldürülen arkadaşım Olcay Uzun için yazdığım şiirleri Tavır Dergisine götürmüştüm. Sonrasında verdiğim “Karadeniz” isimli şiir, bir şarkı olarak geldi karşıma. Çok güzel şarkıların üretildiği bir imecenin yoldaşı olduk Grup Yorum ile. Uzun hikâye. Devrimci sanatın başına gelenler, Grup Yorum’un da başına geldi. Soygun ve sömürü düzenine getirilen müzikal itirazlar onu kökten reddeden devrimci bir “tehditle” donatıldığında, ya terörist ya da “öyle olmamakla birlikte ona hizmet eden” biri olarak etiketleniyorsunuz. Hangi birine değineceğini şaşırıyor insan. Sonunda müzik yapmanız yasaklanıyor, üzerinde TC Kültür Bakanlığı tarafından verilen bandrollerin yapışık olduğu CD’lerdeki şarkılardan bir konser yapamıyorsunuz, insanlara karşı çalıp söyleyemiyorsunuz. Bir yalancının şahitliğine dayanarak kurulan adalet ise, hayatı Grup Yorum’a basgitar çalmakla geçen İbrahim ve solist Helin’i öldüren yola taş döşüyor. Neredeyse her ay basılan, kırılıp dökülen ama kapatılmayan bir kültür merkezi, sabit olmayan bir suç, kesinleşmeyen bir hüküm, “baskı altında yalan söyledim, ifademe inanmayın” diyen bir gizli tanık ve hiç yok yere ölen iki insan. Ne diyelim ki? Hangi yorumu yapıp hangi saptama ile bitirelim? Devrimci müzik yapan bir müzik grubu, dünyanın her yerinde iktidarların hoşuna gitmeyen şarkılar üretir ve söyler. Baskı altına alınan yalnızca müzik değil elbette… Tiyatro, sinema, resim, heykel, mizah, edebiyat ve iktidarların ideolojik amaçlarına (toplum mühendisliğine) önce ters duran sonra hizmet etmeyen bütün sanatsal-kültürel yapılar ve faaliyetler baskı altındadır.
Uğurlama şarkısının sözleri nasıl oluştu?
Bazen müzik gereken melodilere söz yazdım, bazen de yazdıklarıma göre beste yapıldı. Söz yoktur aslında, ‘söz’ dedikleri şey de şiirdir. İyi şiirdir, kötü şiirdir, şiir benzeridir ama şiirdir. Uğurlama şiirini 1994 yılında yazmıştım. Bu ülke göğsünü gere gere bir gün yüzü görmedi gerçi ama doksanlı yıllar gerçekten karanlık yıllardı. Hak ihlalleri, sokak ve evlerde yargısız infazlar, gözaltında kaybetmeler, faili meçhuller… Yani bir dönem Latin diktatörlüklerinde sürüp giden CİA uygulamaları neyse o. İpini koparmış bir faşist milliyetçilik, sendika düşmanlığı, düşünen insan düşmanlığı ve sokakta “kahrolsun insan hakları” sloganıyla gösteri yapıp rap rap yürüyen polis mangaları. Bir filmden bir sahne değil, gördük bunları. Google amcaya sorarsanız söyler size. Böyle bir atmosfer altında yaşayan düşünen insanın ruh halidir aslında bu şiir. Kuru sıkı laflar etmeden, kendisini bir su gibi o çiçek ülkesini yaratma kavgasına uğurlayan bir devrimci. O günlerin birinde İdil ile sözleşmiştik, Çorlu’da durakta buluşup hapishane ziyaretine gidecektik, gittik. Hapishaneden ayrılırken cebimdeki şiiri fark ettim, Kemal’e verdim ‘uğraşırsın belki’ diyerek. Daha önce ayrıntılı anlatmıştım hikâyesini. Şarkı büyük bir ilgi gördü ve Grup Yorum klasikleri arasına girdi.
Şarkının binlerce insana ulaşması ve geçenlerde hayatını kaybeden bas gitarist bu şarkıyla uğurlandı. Tarihin bu ironisi hakkında neler söylemek istersiniz?
O gitarist, kendini o çiçek ülkesini yaratma kavgasına uğurlayan devrimci bir sanatçıydı. Boyun eğmeyen bir ülkenin bas gitaristiydi ve hala öyledir İbrahim… Ve bu şarkıyı çok sevmekteydi. Yannis Ritsos diyor ki şiirinde:
Boyun eğmeyen ülke, boyun eğmeyen
Kanayan kan çoktur topraklarında
Sessizliğin altında uykusuz ölüler çok
Hey, tarihin solumasıyla camları buğulanan ülke
Yoksul analar camlarını siliyor avuçlarıyla
Güneşin caddesini tırmanan çiçek açmış ağaçların geçidini görmek için
Bir küçük kızı, kendi küçük kızlarını
Susmanın ve dinamitin ülkesi
Koltuğunun altında küçük bir çıkını mutluluğun
Apaçık görüyorum gözlerinin içinde:
Bu yolda ölen yok
Hiçbir ölün ölmedi
Her iki cümlenin arasına bir devrim lafı sıkıştırmak değil, boyun eğmeye zorlanan bir ülkede boyun eğmemenin bayrağını elden ele taşımaktır devrimci olmak. O bayrağı kültürle taşırsınız, bilimle, sanatla, şiirle, müzikle ve siyasetle taşırsınız, taşırken bazen ateş ile barut içinden geçersiniz… Ve sadece ülke olan toprak bu süreçte boyun eğmeyen ülkeye dönüşür.
Sözlerini yazdığınız 'Senin İçin' isimli şarkıyı Grup Yorum'un ölüm orucundaki solisti Helin Bölek hayatının son anlarında seslendirdi. Bu şarkıyı dinlerken, yolun başındaki İbrahim Karaca şairliğinin bu deminde tarihin bu misyonuna sahip olacağını hayal edebilir miydi? Duygu ve düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.
Dinledim. Helin ve İbrahim’i birkaç kez görüşmüş, ziyaretlerine gitmiştim. “Bizi öldürmelerine izin vermeyin abi, demokratik kamuoyunu biraz daha zorlayabilirseniz bu haklarımızı alabiliriz, kimseden sadaka istemiyoruz, bu bizim yurttaşlık hakkımızdır” demişti bana İbrahim. Helin ise çok umutluydu, gülümsüyordu ve neşeliydi. “Haftaya tekrar gelirseniz sanatta hak ihlalleri üzerine konuşup yapılması gerekenleri tartışırız” demişti. Gasp edilen bir hakkın geri istenmesiydi yaptıkları. Merhamet dilenmediler, iktidarı vicdana davet etmediler, boyun eğmediler. Diyelim ki polis bir yalancının sözüne bakıp her gün evinizin camını kırıyor, sizi tartaklıyor… Siz ise “bir daha evimin camı kırılmasın” diye talepte bulunuyorsunuz. Devletten bedava diş protezi isterseniz bu bir talep olur ama “müzik aletlerimiz kırılmasın, bir müzik grubu olarak konser verebilelim” dediğinizde bu bir talep midir? “Senin İçin” adlı şiirim, Grup Yorum şarkılarının varlık nedeni olan toplumsal çelişkiler, özgür vatan, adalet ve yoksulluğa vurgu yapan dizelerdi. Birkaç sene önce bestelenmişti, Helin de gitmeden önce bu şarkıyı okumuş. Yarıya kadar dinleyebildim. Belki bilmezsiniz ama sulu gözlü biriyim ben. Adalet talebi, her gün biraz daha küçülen ekmeğin önüne geçmiş durumdadır bugün… Ve hak arama yolu olarak kaf dağını dolaşmayı öneriyorlar. Buna hangi ismi verelim, ne diyelim, nasıl davranalım?
İbrahim Karaca
28 Ekim 1960 tarihinde Rize’nin Pazar ilçesinin Haçapit (Subaşı) köyünde doğdu. İlk, orta ve liseyi Rize’de okudu, İ. Ü. İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. İlk şiir dosyası 1985 yılında Akademi Kitapevi Şiir Başarı Ödülü’ne değer görüldü, arkasından Yeni Türkü Şiir Ödülü (1986) ve İHD Denizli Şiir Ödülü (1991) geldi. Yanakta Kalan (1999) isimli bir şiir kaseti de bulunan Karaca, geçmiş yıllarda yayınlanan Ardından, Külünden Doğan Phoenix, Sokak Feneri ve Bıraktığımız Gibi Bekle Bizi adlı kitaplarıyla, daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan şiirlerini Memleket ve Gül adlı bir kitapta topladı (2020). Şiirleri çok sayıda müzisyen ve müzik grubu tarafından bestelendi. İki oğlu ve birkaç günlük bir torunu vardır.