En az 50 çift ayakkabısı olduğunu bildiğim arkadaşım, internetten sipariş ettiği 3 çift yeni ayakkabısına daha kavuşmuş olmanın mutluluğuyla beni karşıladı odasına girdiğimde. Ayakkabıları tek tek deniyor, ne kadar güzel olduklarını ve ne kadar ucuza aldığını anlatırken bir yandan da bu alışveriş başarısı ve estetik zevkinden dolayı onu onaylamam gerektiği yönünde kuvvetli bir baskıyı bakışlarıyla hissettiriyordu.

‘Neden aldın ki? İhtiyacın var mıydı?’ türünden bir soru sormak gelse de içimden, böyle bir sorunun o anın bütün keyfini kaçıracağı, arkadaşımın yüzünde pek sık rastlamadığım bu anlık mutluluğu alıp götüreceği apaçık ortadaydı. “Hayırlı olsun çok yakışmış, ayağında paralansın” diyerek benden beklediği onayı verip onu çocukça sevinciyle baş başa bırakıp odasından çıktım.

İşyeri hekimi olarak çalıştığım bir şirketin pandemiden önceki yılbaşı eğlencesinde bir “beyaz yakalı” kadın çalışanın iki kadeh rakının da verdiği rahatlıkla söylediği sözler geldi aklıma: “Ben her ay bir çift ayakkabı için çalışıyorum.” Bakışları o kadar sitem doluydu ki, emeğinin ne kadar değersizleştirildiğinin belki de içgüdüsel isyanıyla karışık sanki bir varlık kanıtıymış gibi vurgulamıştı bir çift ayakkabı talebini.

İnsanların tüketim alışkanlıklarını, alışveriş davranışlarını hep gözlemlemiş ama çoğu zaman da anlayamamışımdır. Bir yanda büyük bir yoksulluğun yaşandığı diğer yanda ise alışveriş çılgınlığının alıp başını gittiği bir toplumda bu iki tür davranışın toplumun iki ayrı sınıfına ait (zenginler ve yoksullar) davranışlar olduğu ileri sürülebilir elbette. Ama realite bu tezi pek destekler görünmemekte. En azından benim tanıdığım alışveriş bağımlıları hiç de zengin değiller. Çoğunun orta hatta alt gelir gruplarına ait insanlar olduğunu çıplak gözlemle söyleyebilirim. Öyleyse olup biteni nasıl çözümleyeceğiz?

Elbette insan davranışları çok boyutlu, çok katmanlı, zor çözümlemelerdir. Bir makaleyle meselenin sırlarını ortaya koymak iddiasında olmadığım gibi kendimi böyle bir yetkinlikte de görmüyorum. Ama bazı sorular sormanın ve bu sorular üzerine düşünmenin de önemli olduğu kanaatindeyim.

-Alışveriş çılgınlığı (bağımlılığı) bir yalnızlık göstergesi ya da yalnızlık duygusunun dışavurumu mudur?

-Eşya biriktirme yaşama kanıt toplamak mıdır? İçi doldurulamamış bir yaşama kanıt mı oluşturmaya çalışıyoruz eşya biriktirerek? Neden hayatımızı çöp evlere çevirmeye çalışıyoruz?

-Zamanın durdurulamazlığına karşı mekanın statükosuna yani zamanın akışkanlığına karşı eşyanın katılığına mı sığınmak istiyoruz?

Yoksa;

-Eşyalara sahip olma arzusu aslında eşyanın arkasında gizlenmiş emeği (insanı) arama çabası ya da insanla temas arayışının çarpıtılmış bir biçimi olabilir mi? İnsanla teması kaybeden bilinç, eşyalar aracılığıyla insanla yeniden temas kurmak mı istiyor?

Psikologlar alışveriş bağımlılığını ihtiyaç dışı alışveriş olarak tanımlamaktadırlar. Ben bu düşüncenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Esas itibariyle bir metaa satın alınıyorsa mutlaka bir ihtiyacı karşıladığı için alınmaktadır. Bu ihtiyacın illaki maddi bir ihtiyaç olması gerekmez. Pahalı bir araba satın almak bir insanın güç ve statü ihtiyacını karşılıyor olabilir. Bu ruhsal bir ihtiyaç olmakla beraber son tahlilde bir ihtiyaçtır ve hatta maddi ihtiyaçlardan bile daha önemli bir ihtiyaç olabilir. Kaldı ki tüm sanatsal, kültürel, estetik zevklerimize hitap eden etkinlikler de bu türdendir. Problem satın alınan şeyin bir ihtiyaç olup olmamasında değil o ihtiyacı yaratan mekanizmanın ne olduğunun anlaşılmamasında yatar.

Yine psikologlar alışveriş bağımlılığını haz ilkesiyle açıklama eğilimindedirler. Nöro-fizyolojik mekanizma elbette böyle işliyor olabilir. Haz ilkesi ve insan beynindeki kimyasalların hareketi elbette argümanımıza bilimsel bir temel kazandırabilir ancak yine de yeterli bir açıklama veremez. Haz ilkesinin işleyişinde belirleyici olan salt biyolojik özelliklerimiz olamaz. Doğanın üremek, karnını doyurmak, türün devamını garanti altına almak için bir ödül mekanizması olarak haz ilkesi önemli olmakla beraber biliyoruz ki nelerden haz alacağımızı belirleyen birçok etmen kültüreldir. Dahası tarihseldir. Her dönemin haz alınan fenomeni aynı değildir.

Malların herhangi bir planlamaya dayanmadan sadece bir alıcı bulunur umuduyla piyasa adı verilen belirsiz pazara sunulmak üzere üretildiği toplumda ve daima daha fazlasının üretilmesi ve satılmasının bir ekonomik yasa olduğu üretim düzeninde, çarpıtılmış ihtiyaçlar üzerinden gerçekleşen tüketim çılgınlığını sadece biyo-psikolojik bir olaya indirgemek kanımca oldukça sığ bir açıklama olur.

Tüketim çılgınlığının arkasında büyük bir psikolojik travma olduğu doğrudur. Ancak o travmanın kaynağını yaşanılan toplumsal düzenin ekonomik ilişkilerini anlamadan çözümlemek olası görünmemektedir.

Kapitalizm; ekonominin, insan ilişkilerini, insanlığın daha önce yaşamış olduğu tüm toplumsal düzenlerden çok daha fazla etkilediği bir sistemdir. Adeta ekonomi toplumun tüm ilişkilerinin birebir belirleyicisi haline gelmiştir. Çağımız insanını homo-ekonomikus olarak tanımlayanlar bile vardır.

Kapitalist sistemde çalışmak doğal bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, yaşamın kaçınılmaz zorunluluğu haline gelmiştir. Çalışma insanın yaratıcı enerjisini tümüyle ortaya çıkardığı bir kendini gerçekleştirme (kendini yeniden var etme) faaliyeti olmaktan uzaklaşmış, sadece bazı maddi gereksinimlerin doyurulmasının bir aracına dönüşmüştür.

Sistem insanlığı “daha çok özgürlük (tüketim) için daha çok kölelik” kısır döngüsüne sürüklemiştir diyebiliriz. (Liberalizmin yüksek oktavla seslendirdiği özgürlük talebinin özü itibariyle tüketim özgürlüğünden başka bir şey olmadığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde biliyoruz).

Gönüllü ve esasen insan doğasının zorunlu bir ihtiyacı olan üretim ve yaratım sürecinin, zorunlu ve insan doğasına tamamen aykırı bir sürece dönüşmesi insanın emeğine yabancılaşmasını kaçınılmaz hale getirir. İnsan emeğine yabancılaştıkça, doğaya, kendine, kendi öz bedenine de yabancılaşır (depersonalizasyon) ve insan insana yabancılaşır. Bu yabancılaşma ikliminde aşkın, sevginin, dostluğun yeşereceği toprakların çoraklaşması kaçınılmaz görünmektedir. 

Hayatımızın büyük bir kısmını milyonlarca insanın herhangi bir gereksinimini karşılamak üzere harcamışken ve o milyonlarca insan hayatını bizim yaşam gereksinimlerimizi karşılayabilmemiz için harcıyorken nasıl oluyor da böyle ayrı, böyle güvensiz, böyle birbirine yabancı ve hatta birbirine düşmanca önyargılarla mesafeli olabilmekteyiz? Devasa şehirlerde bir başına ve yapayalnız hissetmenin ruhumuzda yarattığı tahribatı nasıl onaracağız? Her fırsatta şehrin kalabalık caddelerine akarak, insanla temasımızı kaybediyor oluşumuzu, onun emeğiyle var ettiği metalara dokunarak onarabilir miyiz?

Özgürlüğün, tüketim özgürlüğü olarak tanımlandığı (çünkü üretim özgürlüğü; çalışmanın gönüllülük ve yaratıcılık temelinde insanın doğal bir faaliyetiyle var olduğu koşullarda mümkün hale gelir) bir düzende yaşamanın tüketiyor olmaktan başka bir kanıtı bulunamaz hâle geldiğinde insan çarpık bir bilinçle tükettikçe özgürleşeceği duygusuna kapılır. Adeta her gün bir şeyler satın almak o günün yaşandığının kanıtı gibidir. Lakin bu kanıt toplama çabası (eşya biriktirme) esasen yaşamımızı elimizden alan canavarın iştahını daha fazla kabartmaktan ve onun yaşamımızı her gün biraz daha anlamsızlaştırmasından öte ne işe yarar?

Yaşam biz yürüdükçe temposunu artıran bir koşu bandı gibi hızlandıkça hızlanıyor ve zaman akışına mani olamadığımız bir nehir gibi akıp gidiyor yanı başımızdan. Aynalar bu akışın en utanmaz tanıkları olarak, alnımızdaki düzlüklerden kıvrımlı dağ yollarına doğru evrilen coğrafyamızı ve her gün biraz daha fazla yer çekimine yenik düşen uzuvlarımızı en yalansız aksiyle yolluyor retinamıza. Zamandan nefret ediyoruz aslında. Ele avuca sığmayan, bir türlü tutup kontrol altına alamadığımız ama bize ait bölümünün hızla tükenmekte olduğunu bildiğimiz bu mefhumdan yine mekana, eşyaya sığınarak kurtulmaya çalışıyoruz. Mekan sıcak, eşya ele avuca gelir. Bir parça ferahlıyoruz sanki. Tıpkı bir tren yolcusunun pencereleri kapatarak telefon direklerinin akışını durduracağını sanması gibi.